Vakanüvis
Fatih Sultan Mehmet ’in İstanbul ’u fethi, Batı ’nın – günümüzün yaygın tabiriyle – “kimyasını bozmuştu”. Mağlubiyet anından başlayarak, İstanbul ’u kaybedişleri ve sonrası, tam bir “travma, melankoli ve korku edebiyatı”na konu olmuştu. Din adamları, edebiyatçılar, tarihçiler, sona ermek tükenmek bilmez bir mağlubiyet kompleksi ve öfkesiyle tam bir “Türkleri şeytanlaştırma”ya imza atıyordu.
“KONSTANTİNOPOLİS, ŞEYTANIN DESTEĞİYLE TURKOPOLİS OLDU”
Daha İstanbul ’un fethinin üzerinden bir kaç ay geçtiğinde bile “ajitasyon” başlamıştı. Ruteno Kardinali Isidoro, İstanbul ’dan kaçışını abartılı bir biçimde balinanın karnındaki Yunus Peygamber ’in kurtuluşuna benzetiyor, “Tanrı beni dinsizlerin elinden kurtardı. Konstantinopolis, hemen berbat kaderinden, şeytanın desteğinden nedeniyle Turkopolis oldu. Ben bunun için nehirler dolusu gözyaşı döküyorum.” diyordu.
Papa II. Pius
Papa II. Pius, İstanbul ’un fethini, “Avrupa ’da, kendi evimizde vurulduk” sözleriyle anlatıyordu. Birincil şoku atlatan Avrupalılar, yeni bir Haçlı Seferi için harekete geçeceklerdi. Papa V. Nicolaus, 1453 yılının sonlarında Hıristiyanlık âlemine “İstanbul ’u kurtarma” çağrısı yaptı. Çağrısında, Fatih Sultan Mehmet Han ’dan, “Kilise ’ye zulmeden, şeytanın babası, azabın ve ölümün oğlu, Hıristiyan kanı içmeye doymamış canavar, Deccal, Kıyamet ’in kızıl ejderi” gibi kelimelerle bahsediyordu. III. Calitux da, daha papalık koltuğuna oturduğu ilk gün, “Bu şeytanî dini doğudan söküp atacağım” diyordu. Eyleme de aşmak isteyen yeni papa, İstanbul ’u geri edinmek için savaş hazırlıklarına başlamış, eldeki paralar yetmeyince imparator Konstantin ’in lahitinden çıkan altın ve gümüşleri bile eritmişti. Masasına yemek servisi için kullanılan altın ve gümüş tabakları da erittirmiş, “Bana toprak tabaklar yeter” demişti.
Papa III. Calistus
Özlem Kumrular, “İslam Korkusu – Kökenleri ve Türklerin Rolü” isimli kitabında, bu hastalıklı tutuma dair çok değerli bilgiler veriyor. Kumrular, bu problemli tutumla ilgili olarak da, İstanbul ’un Türkler kadar alınmasının Batının toplumsal belleğinde tam bir paniğe yol açtığını belirterek, “Bununla da kalmamış, kronik yazarlarına göz kamaştırıcı bir konu, romanslara, destansı şiirlere tema olmuş, ozanların dilinde millet türkülerine geçmiş, nesilden nesile türlü varyantlarla çoğalmıştır” diye yazıyor.
Papa V. Nicolaus
ACABA ROMA ’YA DA GELİRLER Mİ?
Osmanlı ’nın İstanbul başarısı, Batılı halklar aralarında “Acaba başımıza başka felaketler de gelecek mi?” sorusunun sorulmasına da yol açıyordu. Dönemde yaygın olan “kehanet ustaları”na, falcılara aralıksız bu soruluyor, duyulan üzüntü yazınsal verimlere de giriyordu. Bir piyeste şöyle bir satır vardı: “Gizemli bir rüyet sırasında Dionigi il Certosino vesvese içinde sormuştu: ‘Senyör, Türkler Roma ’ya gelecekler mi?” Prens / Hükümdar kitabıyla Türkiye ’de de bilinen Machiavvelli de (“Başarıya giden her yol mübahtır” biçiminde formüle edilen düşünsel sistemin atfedildiği bu düşünürün adından Makyavelizm kavramı türetilmişti) “Insan Otu” isimli kitabında, bir kahramanının ağzından, “Türklerin bu sene İtalya ’ya geçeceklerini sanıyor musunuz?” sorusunu yöneltiyordu.
Machiavelli
Başkasına tahammülsüzlük ve işkencenin sembolü olan Engizisyonun, İstanbul ’un fethini peşine düşüp takip eden yıllarda ortaya çıkması bir rastlantı değildi. Travma yaşamış Hıristiyan dünyası, içine kapanacak, saflarını sıklaştıracak, “alçak ve kafirler”i dışlayacak, kısacası fanatikleşecekti. İnanç dünyasında bunlar yaşanırken, pragmatist bir mazeret de vardı. Batılı devletler, keşifler aracılığıyla sömürgeciliğe yelken açacakları dönemde Avrupa ’daki Müslümanlar ’dan kurtulmalıydılar. İspanyol halk müziği ozanı Diaz de Vivar, bir figürüne, “Mağriplilerle (Müslümanlar) savaşmazsak, ekmeğimizi kazanamayız” dedirtmişti.
BAKIMLI MÜSLÜMANLARI TANIMA VE İHBAR ETME REHBERİ
Granada ’nın düşmesi, Hıristiyanlar ’ın cüretini arttırmıştı. Artık İber yarımadasında bir insan avı vardı; bolca Müslüman, kısmen de Yahudi avı. Canlarını kurtarabilmek için Müslüman olduklarını gizlemeye çalışan Moriskolar‘ın (Yeni Hıristiyanlar) belirlenebilmesi için “Bir Müslüman ’ı Nasıl Tanırsınız?” isimli broşürler basılıp Hıristiyan halka dağıtılıyordu. Bu broşürlerde, “sık sık yıkanırlar, temiz temiz olurlar. Namaz vakti gelince Kıble ’ye dönerler. Onların ayı Ramazan ’da en güzel elbiselerini giyerler, bol bol sadaka verirler, gün boyu bir şey yemezler, o günlerde gündüz yemeğe gösteri etseniz davetinizi kabul etmezler. Karıları tavşan gibi doğurur, evleri karınca yuvası gibi çoluk çocukla doludur, çocuklarını sünnet ettirirler, domuz eti yemezler, kiliseye ya gitmezler ya da gittiklerinde abuk subuk sapan hareketler yaparak ibadet havasını bozarlar, günah çıkartmazlar, aziz resimlerine hürmet göstermezler, ölülerini mezarda sağ tarafına ve Mekke ’ye bakar şekilde yatırırlar” deniliyordu.
“ORTAÇAĞ MEDYASI” SÜREKLI TÜRK ALEYHTARLIĞINI İŞLİYORDU
İslam ’ın Türkler yoluyla Balkanlar ve Akdeniz ’e ilerlemesi, öncelikle bu bölgelerdeki ülkelerde yaygın bir Türk korkusuna ve tekrar fanatikleşmeye yol açıyordu. İstanbul ’un fethinden daha sonra, Türkler hakkında yazılan kitaplarda bir patlama yaşanmıştı. Sadece 1501-1550 yılları arasında bu türden bin civarında kitap tespit edilmişti. Bunlarda bazılarının adları ile bölüm başlıkları, problemli teşebbüs hakkında bir düşünce verebilir: “Dehşet ve Vahşi Türk Milletinin Dolandırıcılık Sanatları – Türklerin Acımasız Savaş Sitilleri – Kahrolası Hükümdar Süleyman ’ın Şeytanî Hülyaları – Kahrolası Türk Milleti”
Türklere duyulan öfkeyle yazılmış yalan dolu, bazısı fantastiklik sınırına gelmiş kitaplar giderek artıyordu. Romanda, hikayede, piyeste, şiirde, halk müziği ozanlarının deyişlerinde bu yalanlar tekrarlana tekrarlana – aralarına yenileri de katılarak – kartopu gibi büyüyordu. Kimi metinlerin içine masum tarihsel gerçekler olduğu gibi konuyor ama ana mesaj, işin “edebiyatının yapıldığı” bölümlerde veriliyordu. Bu, birazcık haber birazcık edebiyat karışımı metinlerin geniş kitlelere yayılabilmesi için toplu okuma seansları düzenleniyordu. Dolayısıyla dönemin edebi verimleri bir yanlamasına medya işlevi de görüyordu. Kış aylarında hanlarda, yazın bahçelerde toplu okuma seansları yapılıyordu. “Keramet piyesleri” adıyla türeyen bir gösterinin de ana temaları aralarında “Tanrının cezasını hakeden Türkler” ilk sıralardaydı.
GÖKTE HEYBETLI KANLI BİR HANÇER, BEYAZ BULUTLARDAN HAÇ, SULTANIN SARIĞINI PARÇALAYAN ASLAN
Felaketlerle ilgili anlatılar ilgi çekiyor, dinleyenler gözyaşlarına boğuluyordu. “Relacion” denilen türden hikayeler, hemen daima “mutlu son”la yani “kâfir Türklerin yenilgisiyle” bitiyordu. Bu, “toplumsal kindarlık yüklenme”nin sonucunda, insanlar arasında sıkça “yeni” kehanetler beliriyordu. Kehanetlerde – yeniden – Osmanlı ’nın İstanbul ’dan nasıl sökülüp atılacağının “müjdesi” veriliyordu. Bu anlatıların birinde, bir gece gökte kanlı bir hançer beliriyor, bir vakit gökyüzünde asılı kalıyor, Türkler bundan fazla rahatsız oluyor ve sonunda büyük bir fırtınayla padişahın sarayını yerle bir oluyor, ortaya meydana çıkan bir aslan da telaşla kaçan padişahın sarığını parça parça ediyordu.
Devrin “medya mensupları” denebilecek kalem işçileri, palavrada sınır tanımıyorlardı. Birgün İstanbul ’daki bir camide seccade alev alıyor, bir diğer gün Peygamber Efendimiz ’in – doğrusu fevkalade sade – “süslü püslü, böylece değerli ince süslemeli mezarındaki kule” yıkılıyordu. O devirde, ahşap ağırlıklı yapılanmadan nedeniyle İstanbul ’da sıkça görülen yangınların haberi Avrupa ’ya ulaştığında, insanlar seviniyor, bu yangınların “Tanrının kafirlere bir cezası olduğuna” inanılıyordu. Preveze Deniz Savaşı, Viyana Kuşatmaları gibi Osmanlı ’nın yeni hareketleri de, olağanüstü olaylar eşliğinde toplumsal bellekten savuşturulamaya çalışılıyordu. Preveze Zaferi sonrası Balkanlar ’da, “gökyüzünde beliren beyaz bir haç”tan sözedilmiş, dönem insanları buna inanmakla kalmamış, olgu bir fazla “tarih” kitabına da girmişti. Dönemde pek uçulmuştu fakat, bazı kitaplarda, “Havada uçarak camiye giren ve dile gelen Meryem Başlıca ikonaları”ndan bile bahsediliyordu.
Kitaplarda yöneticilerin ölümlerinden bahsedilirken de, Batılı krallar, şövalyeler bütün bir iç huzuruyla, bir “aziz” gibi son nefeslerini verirken Osmanlı sultanlarının ölümleri ise en çirkin şekliyle tanım ediliyordu. Bir yazar, ismi de hatalı söyleyerek, “Sultan Süleyman Beyazıd”ın ölümünü şöyle anlamıştı: “Burun delikleri şişti, vücudunda lekeler çıktı, öyle fena kokuyordu ki kimsecikler bu kokuya dayanamıyordu” Kimi anlatılarda da, “Müslümanlıktan çıkıp Hıristiyanlığa geçen ve kafir Osmanlılar tarafından öldürülüp şehit olan” Türklerden bahsediliyordu. Ortada o kadar bir düzenbazlık vardı ancak, bu “şehitlerin” birçok İstanbul veya başka bir Osmanlı şehrinde – İslam hukukunda katiyen yeri olmayan bir biçimde – “yakılarak öldürülüyordu”. Avrupalı kafası; Engizisyonda aslında kendisinin yaptığı bir zulmü, aksine çevirip Müslümanlara malediyordu.
Batı yalanları böylece sınırsızdı ama! Kudüs ’e hacı olmaya dışarı giden Hıristiyan kafilelere, bazen Türk tüccarlar da eşlik ederdi. Türk tüccarlar bu refakatle bununla beraber Hıristiyanları, nadir de olsa görülebilecek asayişsizliklere karşı gönüllü olarak koruyorlardı. Buna karşın hacılar memleketlerine dönüp seyahatlerini anlattıklarında ya da seyahatname yazdıklarında, “kafir toprakları”nda nasıl da nefret edilen şey doymuş bir gezi yaptıklarını dile getiriyorlardı.
Shakespeare
SIRPLAR KİNLERİNİ 1990 ’LARA DEĞIN TAŞIDI
Bu tarih kalpazanlığı ve fanatik üretiminde öyle çok Avrupa ülkesi pay sahibi olurken, Balkanlar ’da da özellikle Sırplar ve Yunanlar uyarı çekiyordu. Sırp halk ozanlarının – gooslar – hemen hemen tek işi, milli kahramanlarını övmek, Osmanlıyı kötüleyip Türklere yönelik öfkeyi topluma yayarak diri tutmaktı. Her şehirde fazla sayıda, her kasabada birkaç, her köyde bir şair, sırf bu işle geçimini sağlıyordu. Böylece anlatılar nesilden nesile aralıksız aktarılmıştı. Onsekiz ve 19 ’uncu yüzyıllardaki Balkan göçleri sırasında Türklere reva görülen zulümler ile 1990 ’ların başındaki Bosna savaşında Sırp vahşetinin ulaştığı boyut, bu kanlı ve karanlık edebiyatın, günümüze değin nasıl diri kalabildiğinin bir göstergesi sayılabilir. Mitolojik öyküler ile kiliselerdeki dini hikayelerin karışımından “şeytanlaştırılmış Türk” ortaya çıkıyordu. Yunan insanlar şarkıları “kleftika”larda, “Türklerle yaşamaktansa dağda hayvanlarla yaşamaya” dair “edebi” tasvirler yer alıyordu. Sloven tarihçi Jezernik Bozidar, Balkan halklarındaki bu tutumu, kendilerini Avrupalı, yani “uygar” uygulamak için sergiledikleri çaba olarak tanımlar. “Batı kervanına katılma mücadelesi verip, Doğu ’ya yeniden dönmemeye kati surette kararlıydılar.
TÜRKLERİN ÖLÜMÜ MÜNASEBETİYLE KAPALIYIZ
Dünya edebiyatının zirve isimlerinden Shakespeare bile bu hastalıklı furyaya – kısmen de olsa – katılmıştı. Shakespeare Othello ’sunda, Avrupalının gözündeki Müslüman tipini, Müslümanlara “yakıştırılan ten rengini”, Othello ’nun esmer teninden hareketle dile getirmişti: “Evet, karayım belki. O nazik züppeler gibi bilmiyorum konuşmanın inceliklerini” Ressam yazar, bu cümlelerle Avrupa ’nın dimağında Müslümanla özdeşleşen barbar, medeniyetten uzak “stereotip”e dokunuyordu. Istek Kumrular, bu yaklaşma için “Yaygın Avrupa zihniyetine tenkit” dese de, yine kendi aktardığı örneklerde fiilen Shakespeare ’in de fanatiklik zehrinden hiç değilse bir iki damla yudumladığını gösteriyor. Shakespeare, bir piskoposun ağzından Hıristiyanlığın düşmanlarını sıralarken, “Kara putperestler, Türkler ve Sarazenler (Hıristiyan olmayan diğerleri)” diyecekti.
Osmanlı İmparatorluğu gerilemeye başlaması Avrupa ’da keyifle karşılanıyordu. İnebahtı Savaşı Batılı müteefiklerin zaferiyle sonuçlandığında Venedik, İspanya ve Vatikan ’da görkemli kutlamalar yapılmıştı. Herkes meydanlara doluşmuştu. Işyeri sahipleri, dükkanlarının kapısına, “Türklerin ölümü münasebetiyle kapalıyız” notu asıp, ağırlama kervanına katılıyordu.
Viyana-Stephan Katedrali
VİYANA ’DA 1956 ’YA KADAR “TÜRKLERİ GÖZLEYEN MEMUR” VARDI
Batı aklının, asırlar ve asırlar her tarafında ektiği İslamafobi, Türkofobi tohumları, bugün bile etkisini gösteriyor. Avrupa parlamentolarında giderek daha çok ırkçı partilerin temsilcileri yer alıyor. sık sık Türklere, Suriyeli göçmenlere, diğer milletlerden Müslümanlara saldırılar yaşanıyor. Avrupa, bu hafıza yıkamayla ola ki Müslümanlara, hassaten Türklere karşın öfkeyi, nefreti diri tuttu lakin beraberinde bir korkuyla yaşamak zorunda da kaldı.
Bu öyle öyleydi ki; ikinci Viyana kuşatması ardından Osmanlılardan kalan 200 kadar top ve diğer metal silahlar eritilerek 1711 yapılan Pummerin isimli dev çan “Türkler gelirse” çalınsın diye Stefan Katedrali’ne asıldı, başına da bir zangoç konuldu. Viyana Belediyesi bu zangoç kadrosunu ancak 1956 ’da, “Bundan Böyle Türk tehlikesi kalmadı” gerekçesiyle lağvetmişti. İtalya ’da asırlar baştan başa çocuklar, uyuklamak istemediklerinde, “Türkler geliyor” kalıbıyla korkutulmuştu. Yine bu ülkede hala kimi yaşlılar; fena, nefret veren bir durum gördüklerinde ya da haber aldıklarında, – Batı medeniyetinin “ötekisi” olan Türklerin korkutucu yanına atıfla – “Mamma li Turchi” (Anneciğim Türkler) deyimini kullanırlar.
Pummerin Çanı